3 Haziran 2008 Salı

Bir Sponsor Lazım!


Yaklaşan Avrupa Futbol Şampiyonası finalleri öncesi milli takımın sponsorlarıda birbirinden güzel reklamlarını televizyon kanallarına verdiler. Bana kalırsa en ilgincide 'ttnet' in milli takım ana sponsoru ttnet diyerekden futbolcuların anneleriyle çektiği reklam filmiydi. Hatta adamlar işi okadar ciddiye almış ki Mehmet Aurelio'nun annesini bulup reklam filmine katmak için Brezilyaya kadar gitmişler. Nede olsa Smilenet korkusu artık her geçen gün kendini hissetiriyor. Peki bu sponsorluk nedir? Dar anlamda sponsorluk : bir kurumun belirlemiş olduğu tanıtma ve tanınma hedefine ulaşmak için kanalize ettiği projelerdir sponsorluklar. Yani bir nevi reklam yapmak gibi birşey. Peki neden sponsor olmayı seçer kurumlar? Onuda şöyle açıklayabiliriz: sponsorluk halkla ilişkilerin en etkili uygulamasıdır. İşletmenin kendi temel işlevleri dışında toplumsal sorunlarla, olaylarla ilgilenmesidir. Bu tip sponsorluklar kurumsal kimliğin güçlendirilmesine katkı sağlar. Bunun yanında sponsor olacak kurumlar yine ek olarak bazı noktaları göz önünde bulundurmak durumundadırlar. Bunlar:
  • Reklamı yasak ürünlerin(alkol, sigara, ilaç) tanıtımının yapılması.
  • Medya reklamından daha ucuz olması.
  • Sponsorluk yapılan etkinliğin daha fazla kitle iletişim aracında yer alması
  • Hedef kitlenin medyada ki reklamlara daha az ilgi göstermesi.
  • Kitle ile daha güçlü bağ kurulmasının sağlanması.
  • Sosyal sorumluluk kampanyalarının desteklenmesi.
Nihayetinde baktığımız vakit ttnet, reklamlarında futbolcuların anneleri, milli takım, milli hissler gibi hassas noktaları - hele ki bizim gibi duygusal bir millet için- yakalayarak hedef kitlesiyle sıkı bir bağ kurma işine epey bir malzeme bulmuşa benziyor.

Buna ek olarak eğer sponsor olacaksak, sponsor olacağımız etkinliği seçmede ne gibi kriterleri göz önün de bulundurmalıyız ona de değinelim. İlk olarak, bizim hedef kitlemizin ilgilendiği bir etkinli olmalı, daha sonra bu etkinlik haber niteliği taşımalı, son olarakda en önemlisi maliyetin bütçeye göre oranının ddüşük olması gerekir.

Sonuç olarak eğer kurumumuzun çıkarları bu kriterleri taşıyan bir etkinlikle örtüşüyorsa sponsor olmak hiç de kötü bir fikir gibi durmuyor.

21 Mayıs 2008 Çarşamba

CNBC-e dizileri Sopranos ve Prison Break için Doğuş Power Center'da yapılan ortam (ambient) reklamı uygulamaları.



Nike Football

Nike Football kampanyasının reklam filmi şu anda tüm kanallarda dönmekte. Reklamda bir futbolcunun Arsenal teknik direktörü tarafından keşfedilip, tanınmış ve başarılı bir futbolcuya dönmesi konu alınan reklam kampanyasının sloganı, sıradaki gelsin.
Reklam filminin yönetmeni tanınmış yönetmen “Guy Richie”. Nike'ın bu kampanyasının sebebi, bu ay gerçekleşecek olan avrupa futbol şampiyonası. Bir önceki yazımda da değimdiğim gibi futbol sektörünün etinden ve sütünden yararlanmaya çalışan Nike, bu başarılı reklam filmiyle büyük beğeni topladı.
Bahsetmiş olduğum reklam filmi "www.nikefootball.com" adresibden izlenebilmekte.

Manchester United, Chelsea'ye Karşı!!




Futbol sporunun ortaya çıktığı ve kurallarının konulduğu adanın, iki büyük takımı Moskova'da şampiyonların şampiyonu olabilmek için karşı karşıya geliyor. Karşılaşmayı kazanan takım toplamda 310 milyon doların sahibi olacak. Bu UEFA organizasyonundan elde edilen gelir, futbol endüstrisinin ne kadar büyük bir para akışı sağlanmasına katkı sağladığının bir göstergesi.
Bu sektörün iyi pazarlanması sayesinde, neredeyse tüm büyük takımların Asyalı veya Amerikalı kimi takımlarla tabiri caizse stratejik ortaklık kuruyorlar. Karşılıklı olarak bu ortaklıktan çıkar sağlayan klüpler, bu futbolun yeni gelişmekte olduğu ülkelerde taraftar kitlelerini genişletmekte ve ürünlerinin satılmasıyla, klüp ekonomilerini geliştirmekte.
Bu spor klüplerine ek olarak, futbol malzemeleri üreten firmalar da bu gelişmişlikten büyük karlar elde etmekteler. Reklam kampanyalarının çoğunluğunda futbolcuları kullanarak, müşteri çekmekteler. Bunlara ek olarak, bilgisayar oyun firmaları, elektronik firmaları ve bilimum farklı firmalar futbolu ve futbolcuyu kullanarak yeni ürünler piyasayas sunmakta.
En azında klüp ve organizasyonlar bu büyük paralar dönen sektörden, gereğinden azda olsa, hayır işlerinde bulunmaları insanı azda olsa sevindiriyor.
Aslında sadece bir eğlence türü olması gereken futbolun, nasıl olup da bu kadar çok insanı “ki ben de dahil” esir alan bir ilgi olduğunun araştırılması gerekmekte.
Yine de, tüm futbol severlere iyi seyirler.

DIGITURK vs. TEMATİK KANALLAR
Digiturk son günlerde reklamalaryla güncel olan isimler Acun Ilıcalı ve Digi Koltuk imajını seslendiren Tolga Çevik ile piyasada yerini sağlamlaştırmaya çalışmakta. Bu çabaya rağmen Türkiye'nin ilk digital platformu günden güne güç kaybediyor. Bu eksi ivmenin sebeplerinden olan günümüzdeki ekonomik durgunlukla beraber, ücretsiz olan ve Digitürk platformundakı dizi, film ve yaşam konseptli kanallara alternatif olan, uydu üzerinden yayın yapan e2 kanalı ile karasal yayın yapan CNBC-E ve TNT kanalları bulunmaktadır. Yayın hayatına ilk başladığında ekonomi ve haber kanalı formatında yayın yapan CNBC-E, son yıllarda Amerika ve İngiliz sektörünce üretilen ve ödülleri bulunan popüler dizileri izleyicilerine sunmuştu. Kanalın izleyicilerinin hızla artması ve dizilerinin Türk AB sınıfı izleyicileri üzerinde büyük etki yaratması sonucunda, kanal kendi bünyesinde bulununan ikinci kanalları “e2” yi geçtiğimiz yıl uydu ve Digitürk üzeriyayına soktu ve farklı formatlı programları başarıyla harmanlayıp biz izleyicilerinin beğenisine sundu. CNBC-E'nin bu patlamasını fark edip bünyesinden bulunan bu kanalla mücadele etme maksadıyla, kendi kanalları olan DiziMax ve ComedyMax'i katan Digitürk, son zamanlarda da FoxLife ve MyMax ile bu hamlesini pekiştirmeyi amaçladı. Fakat bu çabalar yine de digital platforma büyük bir hareketlilik getirmedi. Sonuç olarak kuruluş farklı kampanyalarla müşteri kitlesini genişletmeyi amaçladı. Buna rağmen CNBC-E ve e2 kanallarına geçen aylarda Amerika menşeili yeni bir kanal, TNT eklendi. Kanalın dikkat çekmesinde büyük etken olan, Türkiye de dahil olmak üzere tüm dünyada büyük bir ilgi uyandıran ve Digitürk tarafından gösterilen “Lost” dizisinin karasal yayından ve ücretsiz olarak gösterilecek olmasıydı ve bu vaatlerini de şu an için tutuyor gözüküyor kanal. Tüm bu etkenlerle birlikte Türkiye'nin ilk digital platformu Digitürk kan kaybına devam ediyor. Bakalım bu rekabetin sonucunda bir galip olacak mı yoksa tüm yayıncı kurluşlar ve Türk halkı birlikte mi kazançlı çıkacak.

20 Mayıs 2008 Salı

3 in 1


Biz öğrenciler ve akademisyenlerin yoğun çalışma temposu içinde oldukları dönemlerde çok iyi bilinirki evdeki kahve makinası fazla mesai yapar. Daha sonra biz bu makinadan elde ettiğimiz buram buram kahve kokan sıcak suya belli ölçeklerde süt tozu ve şeker koyarız. Kimse yapmıyorsa en azından ben böyle yapıyordum taki Nescafe 3 ü 1 aradayı piyasaya sunana kadar. 3 ü 1 arada gelince gold, classic ve filtre kahve dönemi kapanmaya başladı özellikle benim gibi pratik den hoşlananlar için tam bir armağandı.

Nescafe geçde olsa büyük bir nişin farkına varmıştı. İlk çıktığında tadına doyum olmayan 3 ü 1 arada daha sonra sütlü kahveden çok şekerli suya dönmeye başladı. Nescafe devamlı formülle oynayıp elindeki pazar payını kaptırmamak için kırk takla attı. Ürün çeşitlendirmesi uygulamasına gidip çikolatalı, bademli, fındıklı ve kremalı 3 ü 1 aradalarıda piyasaya sürdü fakat orjinal tat bozulmuştu ve pazar payının neredeyse %80 nine sahip olan Nescafe, acemice - bana kalırsa- hatalarla önemli sayılabilecek büyüklükte bir pazar payını takipçileri olan Jacobs ve Cafe Crown a kaptırdı. Pazar payında kayıba uğrasada Nescafe halen pazar liderliği konumunu koruyor. İsviçreli firma yaptığı hatalardan ders çıkarmış olsa gerek ki bol kahvesiyle yeni 3 ü 1 aradayı bize sundu.


Tabi kahveyi içmenin de bir adabı var diyenler yok değil. 3 ü 1 aradanın pratik oluşunu yanında birde ürün sadakatini yitirmemiş arkadaşlarımızın classic den vaz geçmediğini görüyoruz onlara göre öyle türk kahvesi gibi kendine has bişey değil classic içmek. Kahve kokulu sıcak su sonuçta. Bişeye benzesin diye alıyosun muzu dilimliyorsun. Bir tabağa biraz bal döküyosun muzları ona batırıyosun böyle iyice buluyosun. Hepsinin üstüne de çikolata sosu döküyosun. Mümkünse yanında bir de captain black cherry dolu bir pipo tüttürüyosun, buda sıkı bir loyalty oluyor herhalde.

7 Mayıs 2008 Çarşamba

Rasyonel Mantık Işığında Reklamania


İnsan yaşadığı fiziki çevreyi tamamen değiştiremez fakat kontrol altına alabilir. İnsan içinde yaşadığı çevreye uyum sağlamak zorundadır. İnsan belli dönemlerde muhafazakarlığın acısını çekmişdir buna bağlı olarak son 200 yıl da ki kazanımları karşısında bir öncekiler devede kulak kalır. Çünkü yenileştirici varolan düzene ihanet eden kimse olarak görülmekte ve sevilmemektedir. Buna mütayeden pazarlamanın ve ona ait olan ahlakın çok yeni olması şaşırtıcı olmamalıdır.

Aile insan hayatını ve ilk üretim ve tüketim organizasyonlarını yönlendirmede belirleyici olmuşdur. İnsan yavrusunun diğer tüm hayvanlarınkinden daha uzun bakım gerektirmesi ailenin bir arada kalmasını sağlayan temeli oluşturmuşdur. Köy guruplarının oluşumuda buna yönelik cemaatleşmelerle olmuşdur. Cemaatleşen yapı belirli bir pazar haline gelen insan ihtiyacını karşılayacak mal üretmiştir. Aynı zamanda kendide tüketen olmuş ve pazarın bir parçası bir parçasını oluşturmuştur.

İnsan ihtiyaçları için mal üreten bu cemaatleşmiş yapının gelişmiş modelleri, cemaatlerin yıkılmasıyla bireyin ortaya çıktığı bundanda ilk girişimci örneğin doğduğu kuzey avrupadaki protestan ülkelerde vuku bulmuşdur. İlk başlarda loncaların ortaya çıkmasıyla ticaret hayatı hareketlenmiş üretilen mallarda çeşitlilik gözlemlenmişdir. Günümüzde loncaların yerini ise ya özünü küçük köy guruplarının birleşmesiyle ortaya çıkan cemaatleşmiş yapıdan yada içindeki müteşşebüs duygusuyla birey olarak bu işe girmiş girişimcik ruhundan alan küçük orta büyük ölçekli işletmelerdir. Sistem karmaşık bir hal almışsada pazar yerinde durmaktadır. Fakat yılların birikimi ve dolaylı yönden değişen üretim faktörleri litaretüre yeni kelimelerin girmesine olanak sağlamıştır. Onlardan biride 'reklam' dır. Artan rekabet hedef kitleye ulaşan ürün ve hizmete yansımıştır. Değişen politik ve ekonomik durumlar pazarı oluşturan kitlenin bilgilenmesine ve doğruyu aramasına etken oluşturmuştur. Ve bunun yanında bir dönem patlayan aşırı talep farklılığıdan oluşan fiyat esnekliği reklam kavramının doğmasına sebep teşkil etmiştir.






4 Mayıs 2008 Pazar

REKLAM SAVAŞLARI

Reklamlar her zaman ürünü tanıtmak amacı taşımayabiliyor sevgili dostlar, bazen de markalar aralarındaki rekabeti reklamlar üzerinden ifşa ediyorlar. İşte birkaç örnek:






20 Nisan 2008 Pazar

PLASTİK HAYATLAR

Temel bir gün dolmuşa binmiş. Arkadan bir kadın:
- Parayı uzatırmısınız, demiş. Temel de parayı çekiştirdikten
sonra:
-Uyi... Bu para uzamiyi başka para yokmi? , demiş.
Şu sıralar durum aynı Temelin fıkrasında olduğu gibi ironi yüklü. Kredi kartı uzamıyor belki ama vatandaşın borç listesi sakız gibi uzuyor. Sakız demişken hani şu tombik bakkal stratejilerini hatırladım. "Bozuk para yok sakız vereyim", deyip mahalleliyi kazıklayan bu stratejilerle katlar, yatlar alan, daha sonra stokladığı yağları vatandaşa satmayan, eskinin uzayan listesi veresiye defteriyle; insanların önünden geçerken terlediği zalim bakkal şimdilerde kahraman bakkal oldu. Zaman herşeyi unutturuyor. Peki süpermarketin daha zalim olmasımı acaba , zalim bakkalın kahraman ve tompik ilan edilmesinin nedeni?




Bende isterdim size şöyle en afillisinden bir dizüstü bilgisayar, bir büyüme öyküsü tanıtıp anlatmayı fakat ne yapayım gönlüm el vermedi. Memleket de yarım miliyon insan her an kredi borçlarına mütavadiyen bankaların evlerine göndereceği icra memurunun kabusuyla güne uyanıp, içinde intihar korkusuyla çocuklarının yüzüne bakıyor.



Neden böyle oldu? Ne güzel öğreniyoruz Garanti bankası bir numaralı bankaydı en güzel (CRM) müşteri ilişkileri yönetimi ondaydı. Nasıl olduda bu kadar düzgün işleyen sistemlere sahip Amerikan city group, ingiliz HSBC ve diğer *ÇUŞ lar böyle bir durumun önceden analizini yapamadılar yada yapmadılar?!


Nasıl olacak yolladılar eğitimsiz müşteriye aldığı ücretin 5 katından fazla limitle kredi kartlarını insanları mağdur ettiler. Hiç ben anlamam onu bunu, bir şirket müşterisini eğitmeli, onu tanımalı öyle gümbürtüden iş yapıpda vatandaşı silik, pasif, piskopat yapmaya kimsenin hakkı yok. O Garanti bankasıda alsın - kotler vari söyliycem- (CRM) sistemini yeniden gözden geçirsin. Bonus kart değilmiydi ilk furya, insanlar cinnet geçirip çoluğunu çocuğunu öldürdü herkesin gözü önünde.


Şimdi bir kaç rapor ve gazetelerde çıkan haberlere yer vermek istiyorum. Ankara ticaret odasının (ATO) bir araştırma raporu olayın gerçek yüzün ne kadar vahim olduğunu gözler önüne seriyor. Rapora göre 'Kredi kartı mağdurlarının evleri, işyerleri, arabaları haczediliyor, maaşlarına emekli ikramiyelerine el konuluyor. Kimileri hiç kimseye bildirmeden adres değiştiriyor, kimlik değiştiriyor, yaşadığı şehri terk ediyor, köye göçüyor veya bulduğu ilk fırsatta bir şekilde yurtdışına kaçıyor. Kimileri ise ailesi zarar görmesin diye eşinden anlaşmalı ayrılıp aynı evde oturmaya devam ediyor ya da ebeveynlerin evlerine taşınıyor. İzini kaybettirmek için sakin bir liman arayan aileler bir yandan parçalanıyor diğer yandan kredi kartı borcu katlandıkça katlanıyor.' Yine ulusal bir gazetede çıkan habere göre '1000 ytl kredi kartı borcu asgari ödemeyle 10 senede anca ödeniyormuş hem de 15000 ytl olarak.
Eğer bunun bir savunusu varsa lütfen insan haklarına uygun, etik ve sorumluluk duygusu içeren bir şey olsun. Karnını doyurmakda zorluk çeken, 600000 insanın gece yatağa aç gittiği bir ülke burası.
Kusura bakmayın...
*ÇUŞ: Çok uluslu şirketler.
Taşkın Ozan PEKER

13 Nisan 2008 Pazar

BAKKAL AMCA! BU PARAYA NE KADAR ÇEKİRDEK OLUR?



Ben tıfıl bir çocukken en büyük zevklerimden biriydi evin bozuk para kutusundan para alıp bakkala koşturmak, boyumun yetmediği tezgahın üzerinden bakkala amcaya seslenerek çekirdek istemek. Ton ton bakkal amca (ama gerçekten tombuldu) yaptıgı kağıt külahın yanında bir de fazlasını verirdi kabukları yere atmayayım diye. Yere bir şeyler atmamak gerektiğini uygulamalı olarak öğrenmiştim. Gerçi dünyayı el birliğiyle bayağı güzel kirletiyoruz. Hiç çekinmiyoruz, elimizi korkak alıştırmıyoruz maşallahımız var. Neyse amacım nostalji yapmak veya nutuk atmak değil; bu yazıya bir giriş paragrafı lazım ve ben buradan giderek konuyu başka bir yere bağlayacağım.

Bugün sözünü edeceğim markanın adı Papağan Kuruyemiş. Marketlerde, bakkallarda, büfelerde ve cümle alışveriş merkezinde çeşit çeşit paketli kuruyemişlerini bulmanız mümkün. Kordonda yürürken, açık hava sinemasında film izlerken, gece sahilde otururken, piknikteyken canımız çekirdek çeker. “- Pekala şimdi bu çekirdeğin kabuklarını nereye atacağım ben?” dersiniz. Biraz çevrenize duyarlıysanız ya bir poşet fazladan alırsınız ya da elinizde biriktirirsiniz ya da aman ne olacak canım çekirdek kabuğu altı üstü der yere atarsınız kabukları.

İşte Papağan şirketi buna,” - Ya bunu neden daha önce kimse düşünmemiş ki (ben de dahil) acaba” dediğim başarılı bir çözüm getirmiş; paketlerinin üzerine yenilen kuruyemişin kabuklarını atmak üzere bir poşet daha bulunuyor. Tebrik ediyorum! Daha önce niye akıllarına gelmemiş acaba? Olsun en azından çevre temizliğine artık onların da katkısı var. Kanaatimce diğer paketlenmiş kuruyemiş satan firmaların da birkaç adım önüne geçmiş bulunuyorular (Kuruyemiş sever biri olarak benim sempatimi kazandılar). Bunu bir dergi sayfasında gördüm ve öylece yazmaya karar verdim. Bundan böyle evde, işte, okulda plajda çekirdek keyfimi papağanla taçlandıracağım, eşe dosta tavsiyede bulunacağım. Duyarlı olmalıyım, duyarlı olmalısın, duyarlı olmalıyız.

19 Mart 2008 Çarşamba

Nerede O Eski Usturalar?


Hey gidi Günler hey!


Nerede o eski usturalar, sahaflar, züccaciyeciler, meşrufatçılar, ipekden kadifeye içi kesif naftalin kokan kumaşçılar.


Geçenlerde Kemeraltına gittim herzaman ki gibi mücehverciler çarşısındaki arkadaşım Harunu ziyarete. Çaylar tam yudumlanıyordu ki içeriye 80'lik çınar Arif amca girdi eski esnaf, tabiri cahizse "eski kulağı kesiklerden." Eski esnaf dedik ya sözü özü bir bu ihtiyar delikanlıya megofonun anlaşılmaz sesinden bir çay şipariş etti Tayfun. Tayfun, eski gelenekden Kemeraltı esnafının tam aradığı, dar sokaklarda ki ayak işlerine bakan atik bir delikanlı. Bir iç çekti, başladı konuşmaya Arif amca "eskiden Hürefe gazetesi vardı, hergün alır okurdum. Esnafının dili kulağı olur, derdine derman arardı İzmirin güzide gazetesiydi. Şimdi eskisi gibi değil Kemeraltı çarşısı. Nerede o eski züccaciyeciler, aktarlar, kumaşçılar, meşrufatçılar" dedi. Bu 80' lik çınar Kemeraltı esnafının yeni halinden, işlerden ve kötüye giden ekonomik durumdan şikayetçiydi.


Aslında konuyu çok dallandırıp budaklandırmak istemiyorum. Vurgulamak istediğim kısım değişen esnaf profili. Öyle ki Kemeraltı artık İzmir'in heryerinden bayram alışverişlerine gelen -elit olsun varoş olsun- insanların ticaret yaptığı bir yer olmakdan çıkmaya başlamış, sadece çevresindeki küçük semtlerden gelen zümrenin alışveriş yaptığı bir mahalle pazarına dönüşmüş . Eskiden bayramı seyranı bekleyen güleç yüzlü Kemeraltı esnafının yerini memleketin en büyük sorunlarından biri olan göç'ün etkisiyle işportacılar almaya başlamış. Doğrudan satış becersinden yoksun, müşteri memnuniyetini, pazarlama birikimini hiçe sayan bu zümre, daracık sokaklara, dükkanlara hakim olmuş. Türk insanın ilgiden hoşlandığı bilinir fakat tacize varan davranış biçimleri sergileyen, insanların kolundan zorla içeri çekip kot, don, fanila satmak isteyen bu işden hiç mi hiç anlamayan bu yeni model esnaf ile birlikde yan kesiciliğin kol gezdiği Kemeraltı sokakları güvenli bir yer olmakdan çıkmış.


Bu gözlemlerden şu sonucu çıkarmakda yanlış olmaz kanımca: Artan alışveriş merkezlerinin sayısı, yüksek markalaşma oranı, rahatı ve konforu seven bizleri içine çekiyor. Böylelikle Kemeraltı gibi tarihi ve kültürümüze has bedessenlerimiz ve çarşılarımızda düşen müşteri kalitesiyle tarihe karışıyor. Kendine yeni bir kimlik arayışı içerisinde olan Kemeraltı gibi Türkiyenin ekonomik şartları iyi olan her köşesi, göç dalgasıyla gelen insanların istihdam alanı oluyor. Kayıt dışılığa ortam veren ve"ekmeğimi taşdan çıkarıyorum" zihniyetiyle iş ahlakının yerlerde süründüğü bu süreci durdurmak için birşeyler yapılıyormu merak ediyorum.

Hala şansınız varken tarihi Kızlarağası hanında bir acı kahve için derim, yarın ne olacağı belli olmaz.

İZMİR İŞ DÜNYASI NE DÜŞÜNÜYOR?
Üst dereceye ulaştı
Necip Kalkan İTO Meclis Başkanı:
İşporta İzmir'in bir kangreni haline geldi. Bundan birkaç yıl önce sokakta işporta görmek mümkün değildi ama şimdilerde işporta maksimum dereceye ulaştı. İşporta bugün ulaştığı yere derece derece geldi. Artık bu iş dükkan sahiplerinin feryadı noktasına vardı. Devlet bu konuda çare bulamadı.
Başarılı olabilir
Ekrem Demirtaş İTO Yönetim Kurulu Başkanı:
İşportaya her şeyden önce yasadışı bir faaliyet olduğu için karşı çıkmalıyız. Bunun ekonomiye ve ülkeye hiçbir faydası olmadığı gibi bir takım kesimlerin de işporta faaliyetinden beslendiği biliniyor. Yani işporta konusu çok boyutlu bir durum arz ediyor. Geçmişte İzmir işportayı engelleme konusunda başarı gösterdi. Şimdi de gösterilebilir.
Koordinasyon yok
Mehmet Ali SusamİESOB Başkanı:
İşportanın ortadan kaldırılması noktasında vilayetin, kolluk güçlerinin, belediyenin, zabıtanın, vergi dairelerinin ve esnaf meslek odalarının bir koordinasyonuna ihtiyaç duyuluyor. Bu koordinasyonu sağlanamadığı sürece de bu sorun çözülemiyor. Ben herkesi mücadeleye davet ediyorum.
Derebeylik kurmuşlar
Mevlüt Tulun Terziciler ve Konfeksiyoncular Odası Başkanı:
Anormal kayıt dışı var. Derebeylik yapıyorlar. Birkaçı birleşip alıyorlar ellerini. Vilayet, belediye başkanı esnafı sindiriyorlar. Kabulleniyor. Devletin birimlerinin güçlü olması gerekiyor. Zabıtanın yerini değiştirmesi lazım. Hatay'dakini Kemeraltı'na. Kolluk Kuvvetleri'nin bir yetkisi yok.
Bazı esnaf da suçlu
Mehmet Gülalaylar Kemeraltı Esnaf Derneği Başkan Yardımcısı:
Biz Kemeraltı'nda Genel Koordinasyon istedik. Eskiden zabıta eksikti. 80 zabıta alındı ve bunun 40 kadarı Kemeraltı'nda görev yapıyor. Ama zabıta beklenen çalışmayı sergileyemiyor. Şehrin dışından gelenler var. Mevsimlik gelenler var. Son yıllarda esnaf da işportacı gibi davranmaya başladı. Yolun ortasına kadar tezgah kuruyor.
Kayıt dışı bitirilsin
Fatih Dalan EGİAD Başkanı:
Türkiye'nin en büyük sorunu kayıt dışılık ve bunun içinde işporta çok önemli bir yer tutuyor. Ülkesini seven herkesin işportaya karşı mücadele etmesi gerekir. Çünkü Türkiye ne çekiyorsa kayıt dışı ekonominin kayıt içine alınamamasından çekiyor.
Muzaffer Tunçağ Konak belediye başkanı:
İşportayla sadece zabıtanın değil, belediyenin de başa çıkmasının mümkün olmadığını belirten Konak Belediye Başkanı Muzaffer Tunçağ, "Kesinlikle çok yönlü mücadele etmek gerekiyor. Geçtiğimiz yıl küçük bir çocuk tarafından zabıta arkadaşımız bıçaklandı. Böyle durumlarda suç işlemek için yaş ehliyeti yüzünden özellikle çocukları tercih ediyorlar. Mücadeleyi sadece belediyeler yürütemez" dedi.
Not: "İzmir iş dünyasını ne düşünüyor?" Yeni asır gazetesinden alıntılanmışdır.
Taşkın Ozan Peker

17 Mart 2008 Pazartesi

Knorr

Televizyonda her gördüğümde beğenmekle yadırgamak arasında kaldığım bir reklam var. Knorr hazır çorba reklamı. Reklamda ofiste çalışan bir grup erkek ve onları hala küçük oğulları gibi gören, süreli arkalarını toplayan anneler… Aslında komik. Kendi hayatlarımıza baktığımızda da bu reklam senaryosundan pek bir farkı olmadığını görüyoruz yaşadıklarımızın. Bizim için sürekli bir şeyler yapan yemeğimizi önümüze koyup yine önümüzden kaldıran, döktüğümüzü temizleyen, pantolonlarımızı ütüleyen, üstümüze başımıza çekidüzen veren sonrasında bize baktıklarında eserlerinden gurur duyan annelerimiz… Evet biz onların eseriyiz adeta, o yüzden de çok kıymetliyiz. Belki de bu yüzden biraz pasif kalıyoruz gündelik ihtiyaçlarımıza, pratik becerilerimize karşı. Ve kısırdöngüsel bir şekilde yine onlara muhtaç oluyoruz.
Reklamda bu anlattıklarım çok iyi yansıtılmış. Konumları ne olursa olsun onları beceriksiz bulan annelerinin direktifleri dahilinde yaşamak onları utandırıyor. Belki kimi zaman bezdiriyor. Ama reklamın sloganı işin dozunu biraz kaçırmış bence: “ Ofise anneniz değil de onun çorbası gelse daha iyi olmaz mı?”. “Annemizi çorbası için mi seviyoruz “diye isyan ediyor insan ister istemez ilk tepki olarak. Zihniyet çok açık: Faydacılık. Bana fayda sağladığı sürece yanımda olsun hatta o da olmasın sadece faydasını göreyim.
Aslında reklamın mesajı nedir? Yaptığımız hazır çorba. Ama o kadar iyi yapıyoruz ki evde annemizin yaptığı çorba kadar güzel. Ev yapımı çorbayla benzetildiğine göre katkı maddesiz olduğuna dair bir izlenim de yaratıyor. Size sıkıcı iş yerinizde evinizdeymiş gibi hissetme imkanı sağlıyor. Kısacası tüketicisiyle bağ kuruyor. Yani yapması gereken üzerinden yola çıkarak benim algıladığım bu. Fakat bir sloganla bu bağı kopardığını düşünüyorum eğer hedef kitlesi sadece annelerinden bezmiş bir grup erkek şirket çalışanı değilse…

15 Mart 2008 Cumartesi

İŞİ GÜCÜ YENİLİK

Steve Jobs adını duyanımız az olsa da Apple adını duymayınımız yoktur herhalde... Zaten okulda bi' kısım şanslı öğrencinin ellerinde kar gibi bembeyaz MacBooklar dikkatimizi çekmektedir. Ben bir HP sahibi olarak kendilerine gıpta ile bakıyorum. Gel gelelim asıl meseleye, Steve Jobs kanımca dünyanın en orijinal fikirlerine sahip, sürekli yenilenmeyi hayat felsefesi haline getirmiş, ürünlerini pazara çok güzel bir şekilde sunan şahsına münhasır bir kişilik. (Bknz. Ipod, MacBook Pro ve yepyeni MacBook Air). Ipod ile mp3 calar piyasasında sağlam bir yer edinmiştir. Bundan sonra birçok firma Ipod'un muadili olabilecek ürünlerle piyasadan pay kapmaya çalışmışlardır. Daha ucuz fiyatlara, tasarımları pekala ipod ile yarışabilecek kadar güzel mp3 çalarlar bulunabilir; ancak apple yine de tercih edilirliği yüksek bir marka olmayı sürdürmekte. Tasarım, renk seçimleri, teknolojik özellikleri vs birçok faktörü buna sebep gösterebiliriz

Apple’ın şu günlerde” Thinnovation” sloganıyla dikkat çeken bir ürünü var ki “bu kadar incesi de mi çıktı be kardeşim hey gidinin teknolojisi" dedirtti. Dünyanın en ince dizüstü bilgisayarı diyor kendisi için. Şimdi resimine bakıldıgı zaman "bu kadar ince nasıl olur; onca parçayı neresine koymuşlar bunun” diyebilirsiniz. Bu minik kuşun içinde 64 gb solid-state-disc (ssd) bulunmaktadır. Bu diskler oldukça az yer kaplamaktadırlar, güç tüketimi de diğerlerine göre daha ekonomiktir ve bu da daha uzun süre giden pil demektir. MacBook Air’ın boyutları da bir hayli iddalıdır, zaten bu bilgisayarın en iddalı kısmı hafifliğidir, inceliğidir. Kalınlığı 0.76 inch (1.9304 cm), ağırlığı ise 3 pounds (1.360 kg). Her güzelin bir kusuru illa ki olacağından, MacBook Air’ın cd sürücüsü yok. Önemli bir eksiklik olarak değerlendirilebilir; ancak buna da şöyle bir çözüm bulmuşlar: Cd sürücüsü olan başka bir bilgisayara kablosuz bağlantıyla bağlanıp karşı tarafın da iziniyle onun bilgisayarının sürücüsünden yararlanabiliyorsunuz; bluetooth ile veri alışverişi yapmak gibi bir şey yani. 1.6GHz (veya isteğe göre 1.8GHz yükseltilebiliyor) Intel Core 2 Duo işlemciye sahip. Üzerinde 1 adet USB girişi var. Bluetooth özelliği mevcut.

Evet sonuç olarak pek de tercih edilesi bir dizüstü bilgisayar değil kanımca. İnternete bağlanmak için, belki film izlemek için bir de sırtta fazla ağırlık yapmadığı için tercih edilebilir; ancak henüz Türkiye piyasasına gelmediğini de belirtmek isterim, gelse de el yakacak olan fiyatlarıyla kaç tane alıcı bulur bilinmez.

27 Şubat 2008 Çarşamba

Farklı Bakış Açıları

Merhaba Dünya!
Bu yazı bir nevi hoşbulduk yazısı olacak gibi görünüyor. Bloğu tanımak adına orayı burayı kurcalarken birkaç kelime bir şeyler yazayım bakalım ekranda nasıl duruyor diye merak etmiş bulundum. Şimdi çarşının pazarın nabzını tutar dedik büyük laf ettik sanki biraz :)
İlerleyen günlerde piyasadaki markaları kendi bilgi dağarcığımızın elverdiği çerçevede incelemeye çalışacağız bir nevi fikir paylaşımı yani...
Görüşmek üzere.